fbpx
Öngösterim Görseli

Sessizliğin En Gürültülü Tablolari

SESSİZLİĞİN EN GÜRÜLTÜLÜ TABLOLARI

Sessizlik aslında hiçlikle zıt, çok şey ifade eden ama susan bir yalnızlık… Bazen sözlerin anlatamadığını anlatan sessizlik, en çok da sanatta bulur tezahürünü. Sessizlik zamansızdır. Gabriel Marcel de bu yüzden “sözün sessizliğin bereketinden geldiğini ve ona sessizliğin meşruiyet kazandırdığını söylemek mümkündür” der.

İmge, tarih boyunca sessizliğiyle çok şey anlatmıştır. Bu yüzden de aslında hem insan gözüne hitap eder, hem de derin bir tefekküre iter. Çünkü birçok şeyin ruhu, kelimelerde değildir.  Resim de sessizlikten doğar. Tüm resimler sessizdir evet, fakat bazı resimler diğerlerinden daha sessizdir, üstüne düşünme payı çok daha fazladır. Lessing’in tabiriyle “resim bir sessiz şiirdir”. Şimdi bazı sessiz şiirlerin derinlerine beraber dalalım…

Hristiyan sanatının en görkemli örneklerinden olan Leonardo da Vinci’nin “Kayalıklar Bakiresi” tablosu Meryem’in ruhundaki sessizliğin izleyici tarafından duyulabildiği sayılı eserlerdendir.  Tablo, yoğun temasına ve analiz açlığına rağmen içselliğini ve derinliğini kaybetmeyen, sessizliğiyle büyük gürültü koparan sanat tarihindeki birkaç kilit eserdendir. Belki bir sessizlik resmi değildir, fakat sessizliğiyle çok şey ifade eden tabloların başında gelir.

Rönesans’ın uçuculuğunun geride kaldığı ve temaların ağırlaşarak daha da sessizleştiği Hollanda resminde, tablolarının suskunluğunun en yoğun hissedildiği ressamlar şüphesiz ki Vermeer ve Rembrandt’dır. Vermeer’in ikonik eseri “İnci Küpeli Kız” ve Rembrandt’ın “Galilee Denizi’nde Fırtına” tabloları, karşılarında durup onları seyretmektense, aslında daha çok dinlenmesi gereken tablolardır. Kuzeyin Mona Lisa’sı olarak da bilinen İnci Küpeli Kız, sessizliğin yalnızlıkta yoğunlaştığı, çaresiz ama bir o kadar da etkili bir resimdir. Gürültüyle dolu sessizliği, izleyiciyi içine hapseden Galilee Denizi’nde Fırtına, şimşekler ve gök gürültülerinden önce insanlığın hissettiği son sessizliği haber verirmişçesine karanlığın gücünü vurgular. Paul Claudel, Rembrandt’ın eserlerini sessizlik resimleri olarak değerlendirir.

Aslında bu güçlü sessizlik, Barok dönemde zirveye çıkan Hollanda resimlerinin tamamında egemendir. Özellikle dönemin Vanitas[1] tabloları, sessizliğin boğuculuğunu en çok hissettiren tablolardır. İzleyiciye hayatın kısalığını ve kırılganlığını hatırlatan ve kafatasları ve sönmüş mumlar gibi semboller içeren sanat eserleri, izleyiciyi sessizlikle yakından ilişkili memento mori[2] kavramını zihninde tahayyül etmeye sevk eder. Bir natürmort çeşidi olan Vanitas tablolar, bize dünyevi zevklerin ve malların beyhudeliğini anımsatan müzik aletleri, şarap ve kitap gibi başka sembolleri de içerir. Vanitas tabloları işte tam da bu yüzden sessizlik ekolünün tipik sembolleri haline gelmiştir. 17. yüzyıl bu anlamda imgelerin sessiz şiire tefekkürle dönüştüğü bir dönemdir.

[1] XVII. yüzyıl Hollanda sanatına dayanan ve ölüm nesnelerini konu edinen resim geleneğine vanitas adı verilmektedir.

[2] Ölmen gerektiğini hatırla’ anlamına gelen Latince bir ifadedir

Sessizliğin ruhaniyetle buluştuğu tablolar da vardır. Caspar David Friedrich’in, tekliğin ve enginliğin birer yansınımı olarak  resmettiği “Sis Denizi Üzerindeki Gezgin”, bir dizi pathos’u[1] bünyesinde barındıran, bence sanat tarihinin en sessiz tablosudur. Buradaki sessizlik, yalnızlıktan ileri gelir. Kayaların üzerinde yalnızlığın temsili figür, hem dünyaya meydan okuyan hem de benliğiyle baş başa kalarak sessiz çığlıklarıyla yeri göğü inleten bir simgeye dönüşmüştür. Buradaki gezgin figür, her bir izleyicinin kendinden bir parçalar bulabileceği, sessizliğin imge tarihindeki en gürültülü temsilidir. Sessizliği deneyimleyerek duygularının tüm masumiyetini yitiren bu gezgin, acaba kendi yalnızlığında huzuru bulmuş mudur?

 

Varlıkların ve cisimlerin mütemadiyen sönümlendiği Jean François Millet’nin “Angelus” tablosu, baş döndürücü renkleriyle sessizliğin sözünün iliklerine kadar hissedildiği Bouguerau’nun Venüs’ün Doğuşu yapıtları, birer muta eloquentia[2] olarak resim tarihinin sessizlik ekolünde yerlerini almıştır.

 

Umutsuzluğun temaşası olarak sembolleşmiş Edgar Degas’nın “Absent İçenler” tablosuna bakalım. Gürültülü olarak kabul edilecek bir mekan tasvirleyen Degas,  tüm zıtlığıyla sessizliği tablonun içine yedirmiştir. Şapka giymiş olan erkek, tuvalin sağ tarafına doğru bakmaktayken ciddi giyimli, şapkalı kadın ise gözlerini aşağı doğru dalgın bir şekilde dikmiştir. Tablo, Paris’in endüstriyel gelişimi sırasında oluşan sosyal yalnızlığın bir temsilidir adeta. Burada aslında iki yalnızlığın yek sessizliği söz konusudur. Pierre Bonard’ın “Kadın ve Erkek” yapıtı da aynı şekilde iki tanıdık ruhun yüklü yalnızlığının sessiz bir çığlıkla beraber derinleştiği bir eserdir.

 

Hiçliğin mutlak sessizliği diyebileceğimiz tablolara, şüphesiz sembolistler imza atmıştır. Arnold Böcklin’in “Ölüler Adası” serisi de sembolist resimlerin en sessizleridir. Karanlık ama bir o kadar da aydınlık, susan ama bir o kadar da konuşan bir seridir bu. Ölüler Adası, sessizlikle beraber ölümü de simgeler. Bu yüzden bir tabloya baktığımızda huzur kadar korkuyu, ferahlık kadar karamsarlığı da hissederiz. Sessizliğiyle belki de en karışık duyguları bir arada seyirciye hissettiren Ölüler Adası, melankolik, esrik ve ebedi bir tablodur.

[1] Yunanca, dokunaklı özellik.

[2] Sessiz belagat. Ayrıca erken Hristiyanlık döneminde tefekkür becerisinin temel ilkesi

Sessizliği, ilahi bakış açısından köklü bir biçimde ayıran modern resimler için de aynı esriklik söz konusu mudur? Evrensel olarak yüzyıllar boyu aynı olan “sessizlik” dönemler içerisinde nasıl farklılaşmıştır?  Belki de Friedrich’in yalnızlığından en çok etkilenen ressamlardan biri olan René Magritte, bir sürrealist olmasına rağmen, sessizliği “Işık İmparatorluğu” adı verilen 27 serilik tablolarla değişik şekillerde ele almıştır. Bu resimlerin yoğun birer sessizlik resimleri olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Böcklin’deki gibi, karanlık ve aydınlık buluşmasındaki tezatlığın; içe işleyen, yalnız ve dokunaklı bir tezahürüne tanıklık ederiz bu tablolarda. Baktığımızda sürrealist bir resmin sessizliği ve yalnızlığı çağrıştırabileceği belki hemen akla gelmez. Fakat sürrealizm, sanat tarihinde duygu yoğunluğunun belki de en kendiliğinden ortaya çıktığı akımdır. Duyguların akımı olan romantisizmden farkı da burada devreye girer. İki akım da sessizliği farklı şekillerde resmeder. Romantisizm, duyguları yoğunlaştırarak ama direkt olarak, konuşan birer tablolar halinde imgeleme ihtiyacı duyarken sürrealizm, ifade edilmek istenen duyguyu sessizlikte öldürerek tahayyüldekinden çok farklı veya ilgisiz imgelerle, dolaylı yoldan tabloya aktarır.

Millet’nin “Angelus” eserine tekrar dönersek, bu tabloya farklı bir yorum getiren Dali için “duyguyu sessizlikle öldürme” dediğimiz tanımlamayı aslında resimde çok net görürüz. Millet bir realisttir ama bir adanmışlık sahnesi olan Angelus’u tüm derinliğiyle direkt olarak resmetmiştir. Yeniden yorumlayan Dali için ise Angelus deneyimi daha farklıdır. Saflığını ve sessizliğini yitirerek devleşmiş bir Angelus betimi görürüz Dali’nin fırçasında. Millet’nin Angelus’una göre çok daha sesli ve sarsıcıdır.

 

Bu sarsıcı sessizliğin bir izini de van Gogh tablolarında görürüz. Çoğunlukla canlı renkleriyle neşeli kompozisyonlarmış gibi görünen bu tabloların, belki de sanatçının hayat hikâyesi anlaşıldıkça daha melankolik bir temelden yeşerdiği anlaşılacaktır. Özellikle boş veya yalnız mekânların sessizliğinin uyandırdığı duygulara ortaya çıkaran, tablolarında âdeta kendini bu mekânlardaki sessizliğin karanlığına teslim eden van Gogh “Sarı Oda” tablosunda bu teslimi betimlemiştir bir noktada. Oldukça aydınlık ve renkli bir tablo olmasına rağmen bu eser, yalnızlığın bir imgesidir. İki sandalye, bir sehpa, duvara asılmış birkaç tablo ve yatağın tasvir ediliş şekli eseri sıradanlaştırmamış, aksine özelleştirmiştir. Duvarın sağ kısmında yer alan portreler, tabloyu daha da ıssızlaştırarak izleyiciyi adeta tablonun içine girip o mekânı ve anı yaşamaya iter. Bu tablodaki sessizlik deneyimi, şu ana kadar sözünü ettiğimiz birçok eserdekilere göre çok daha gerçekçi bir biçimde ele alınmıştır. Bunun da sebebi sanatçının bu sessizlikle kendi ruhu ve fırçası arasında kurduğu bağdan ileri gelir. Çünkü yalnız bir ruh, her zaman sessiz şiirler yazar.

 

Amerikan gerçekçi resminde varlıklar arasında oluşan sessizliğin resmini yapan Edward Hopper, eserlerinde salt yalnızlığı konu aldığı gibi, kadın ve erkek arasındaki mesafeye de güçlü bir vurgu yapar. Hopper’ın eserlerinde çiftler birbirinden uzak durarak kendi işleriyle meşgul olurlar.

 

Sanat tarihinde yalnızlık ve sessizlik temalı eserler üreten çok daha fazla sanatçı vardır. Romantik ressamların en ifadeci fırçasına sahip Eugène Delacroix ve belki de ilahi söz ile içsel sözü, tablolarına en akıcı şekilde aktaran Nicolas Poussin’den sessizlikten en çok beslenen ressamlardandır. Bahsettiğimiz tüm bu sanatçılar yaratma süreçlerinde içsel bir yolculuğa çıkmışlar ve sessizlik iletişimini tatmışlardır. François Mauriac’ın şu sözüyle bitirelim: “Bütün büyük eserler sessizlikten doğar ve ona döner (…) Tıpkı Cenevre Gölü’nden geçen Rhône Nehri gibi, bir sessizlik nehri Combray’yi ve Guermantes’ların salonunu onlara bulaşmadan kat eder”.

Nazperi YILMAZ